Bize çocukluğunuzu anlatır mısınız? Ya da "kocaman adamlar"a kendinizi nasıl tanıtırsınız?
Çocukluğum Malatya'da, iki katlı, bahçeli, geniş hayatlı ve sofalı bir evde geçti. Altmışlı yılların ikinci yarısıydı. Babam sinema işletiyordu. Kışlık, yazlık sinemalarımız vardı. Dondurma ve mısır satışı da yaptırırdı. Yanında onlarca kişi çalıştırır, onlara ekmek kapısı olurdu. O büyük evde, dayılarım, teyzelerimle birlikte yaşadık. Çok çocuklu bir ailenin ikinci çocuğuydum. İçine gömülü, hülyalarıyla yaşayan bir çocuk... Çok kırılgan olduğumu, her şeyden nem kaptığımı, çok etkilendiğimi, defalarca seyrettiğim acıklı, dokunaklı filmleri her seyredişimde aynı sahnelerde aynı gözyaşını dökerdim.
Babam okumamıştı, annemin de okumasına engel olmuştu, kıskançlığından. Kız Sanat Mektebi'nden ayrılmıştı annem. Babamın babası da ümmî ama derviş bir adamdı. Babaannemle yatsıdan sonra cehrî zikir yaparlardı. İkisi de coşkulu, cezbeli insanlardı. Onların etkisini hep üzerimde hissettim. Ailede sadece annemin babasının kitaplarla arası iyi idi. O da yüksek tahsilini yarıda bırakmıştı, fırın ustasıydı ama okumayı bırakmamıştı.
Çocukluğumda hiç okumadım diyebilirim. O saçmalık dolu okul kitapları, birkaç Kemalattin Tuğcu, o kadar. Ama durun; Teksas, Tommiks, Zagor ve Tarkan'ı unutmayalım. Onların yüzlercesini defalarca okumuştum.
Birini net diğerini hayli sisli hatırladığım iki çocukluk arkadaşım oldu. İlki Ahmet. O da hayalperest olduğundan, biraz içine kapanmışlığından, iyi anlaşıyorduk. Futbol dışında başka çocuklarla temas etmezdik.
Çocukluğunuzun "Rüya Sineması"nda neler var. O sinemaya dair hatırladıklarınız?..
Bende hem babamın işlettiği, özellikle yazlık sinemalarda seyrettiğim filmler hem de hayal sinemam çok fazla dokunaklı, komik ve maceralı hikâyelerle doludur. Çocukken rüyasız uykum olmadığını söyleyebilirim. Hayalin sınırlarının bu denli geniş olduğunu çocukluğuma dönüp bakınca biraz anlayabiliyorum. Sonradan İbn Arabî ve Bediüzzaman'dan, hayal'in bir 'âlem' bir 'berzah' olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmadım diyebilirim. Gerçek dünyadan çok, o büyülü, sinemasal âlemde geçmiş çocukluğum. Bu, yaşamımın tümüne sirayet etti sonra. Daima gerçeklerden, gerçekliklerden kaçtım; hayale, rüyaya, düşlere sığındım, onların daha gerçek olduğunu düşündüm. Şimdi, yavaş yavaş yokuşu inerken bu duygum daha çok güçleniyor, görüyorum.
Melekbaba sinemamızda makinist Yusuf amcanın feci bir şekilde can verdiği o yangını bugünmüş gibi hatırlıyorum. Seyrettiğim filmlerin adeta her karesini hatırlıyorum. Dayılarımın, teyzelerimin düğünlerini... İlkokulumuza bilhassa akışın giderken, sabahları dizimize, belimize kadar kara gömüldüğümüzü... Kolumuzun altına sıkıştırılan birkaç meşe parçasının sınıfın sobasında çıtır çıtır yanışını, el ve ayak parmaklarımızın buzlarının ikinci üçüncü derste ancak çözülüşünü... Okula giderken geçtiğim Issız Ceket (Patika)'nın cinlerini, o tuhaf, gizemli seslerini... İlkokul aşklarımı, onların acılarını, sızıları... Her şeyi hatırlıyorum.
Unutamadığım bir başka şey, dedem... Kadirî idi, babaannem de öyle. Akşamları mutlaka bendir çalar, açık zikir yaparlardı. Babaannem çok cezbeli olduğundan kendini tümüyle kaybeder, başını duvara çarpar, yazmasının altından kan sızardı. Yatışması uzun sürerdi. Dedem daha denetimliydi, öyle hatırlıyorum. Mütevazı yaşıyorlardı. Genellikle saç sobadan çıkarılmış meşe korunda (mangalda) pişirilen soğanlı bulgur aşı ve ayran... Dedem riyazet ehliydi. Az şekerle tatlandırılmış suya, kuru tandır ekmeği batırır yerdi. Ama tuhaf bir huzur, bir sükunet vardı içlerinde. Evleri de öyle. İki küçük odalı, bir sofalı, toprak zeminli, kerpiçten, toprak damlı bir evde yaşıyorlardı. Ben de dört yaşına kadar orda yaşadım. Hafızamı zorladığımda, çocukluğumun diplerinde hep o evin ve dedemlerin anıları canlanır.
Ne bileyim işte, ölümler, ağıtlar, düğünler, bayramlar, bolluklar, yokluklar, aşklar...la dolu bir hayat. Bunlar var benim rüya sinemamdaki perdede.
Yazmanızda bu anlamda katkısı olan var mı?
Benim yazıyla, edebiyatla uğraşmamda, öncelikle babamın işlettiği sinemalarda seyrettiğim yüzlerce filmin etkisi vardır diye düşünürüm. Sonra özellikle anneannemin anlattığı masalları hatırlıyorum. Çok güzel anlatırdı. Böyle yerel ama zengin bir sözlükle, canlı, canlandırarak, sanki yaşıyormuş gibi, bir meddah gibi anlatırdı. Ninni çok söylerdi. Ninnisiz uyuduğum vaki değil neredeyse. Tabi, bir de bizim ailemizde bir kırılma, bir değişim de yaşanmıştır. Dedem dervişti, Demokratlara ilgi duyuyordu, seçimlerde onlara oy veriyordu. Babamla bir kırılma olmuş. Babam, alkol kullanır, sinema işletirdi, sinema ile uğraşıyordu. Bu yüzden dedemle aralarında bir gerilim daima oldu; bir zaman çok soğudular, görüşmediler. Dedemin üzüntüsünü şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Tabi evladı, atamıyor satamıyor, ama kendisinden çok farklı bir yolu seçtiği için de kahroluyor. Ben ve kardeşlerim bu gerilimin içinde büyüdük. Dayım son kabadayılarındandı Malatya'nın. Fırtınalı bir yaşamı oldu. Teyzelerim o muhafazakar ortamda kısmen cüretkar idiler vs. Bu çelişki ve acılar içinde büyüdük. Tabi bütün bunlar bir şeyler anlatma, öyküler yazma isteğini hareketlendirmiş olabilir.
Hafızanızdaki oyunlar, oyuncakları konuşalım biraz da isterseniz?
Birkaç sade oyuncağımız ve oyunumuz vardı. Oyuncaklarımız paslı tellerden, tahtadan, çamurdandı. Arada düdük, balon gibi basit şeyleri saymazsak, oyuncaklarımızı genellikle kendimiz yapıyorduk. O sıralar bir futbol topuna sahip olmak lüks bi'şeydi bizim için. Ya naylon toplarla yetindik veya kendi yaptığımız naylondan vs. şeylerle idare ettik. Oyunlarımız ise, bugün hâlâ taşrada çocukların oynadığı basit oyunlar. Ama benim, söz ettiğim iki arkadaşımla daha özel bir alanımız da vardı. Orada daha fantastik, daha özel oyunlar oynuyorduk. Ne bileyim uçma hevesimiz vardı mesela. Kanatlar yapıyorduk, duvarlara çıkıyor atlıyorduk. Tepeye gidiyorduk, rüzgarı da arkamıza alarak kendimizce deniyorduk vs.
Şimdi hatırladığınızda sizi en çok mutlu eden ve hâlâ çok üzen iki anınızı bize anlatabilir misiniz?
En üzücü olanını öykü olarak da yazdım aslında. Anneler günüydü. Okuldan dönünce anneme gidip Taştepe'den kır çiçekleri toplamış bir buket yapmış, bir de küçük not yazmıştım; onu sevdiğimi filan söyleyen... Ama eve geç kaldım. Tabi elim yüzüm, giysilerim de toz içinde. Annem kapıyı açıp da beni o halde görünce hayli meraklandığı için fena halde dövmüştü. Elimdeki buket düştü, çiçekler saçıldı. Uzunca bir vakit ağladığımı hatırlıyorum. Bir de annemin durumu öğrenince çok üzüldüğünü, için için ağladığını... Mutlu eden olay ise, yani ilk hatırlayabildiğim ve beni çok mutlu eden olay, sahip olduğum ilk bisikleti gördüğüm an...
Yazmakla çocukluğunuz arasında bir bağ kuruyor musunuz?
Kurulmaz olur mu? Aslında her zaman anlatmaya başlarken çocukluğumuzun kuytularına doğru sızarız. Ben sadece hayalperest değilim, çocukluğuma da, gençliğime de çok fazla dönme ihtiyacı duyan biriyim. Böyle nostaljiye düşkün bir yanım vardır ve özellikle çok heyecan duyarak dönerim çocukluğuma, yazarken.
Çocuklar için yazdıklarınızı nasıl tarif edebilirsiniz?
Aslında çocuklar için az şey yazdım ben. İki üç masal, öykü kitabı o kadar. Onları tarif edebileceğimi sanmıyorum. Ama, 'erişkinler' için yazdıklarım arasında çocukların daha çok hissettiği şeyler var.
Sizi o dönemlerde etkileyen kitap ya da kitapları konuşalım biraz da?
Benim ilk okuduğum roman, Çöplük'tür. Bu samimi, sımsıcak bir hikâyedir belki, bilirsiniz. Bir bakıma edebiyatın büyüsünü ilk hissettiren kitaptır bana. Sonra Ömer Seyfeddin, Kemalettin Tuğcu, Reşat Nuri gibi yazarları okumaya başladım. Ta ki Risaleleri tanıyana değin... Onu tanıdığımda sanki içimdeki bütün gizemi, dünyanın gizemini, dünyanın büyüsünü gördüm, şeylerin üzerindeki perdenin farkına vardım, okudukça o perdenin aralandığını hissettim. Sonra özellikle üniversite yıllarında müthiş bir oburlukla okumaya başladım.
Son bir soru, büyüyünce ne olmak isterdiniz?
Sinema yönetmeni. |