|
DİĞER RESİMLER: |
|
|
|
1929 yılında Sungurlu ilçesine bağlı Evci adlı bir dağ köyünde doğdum. Köy kentlere uzaktı, ülkede ve yeryüzünde olanları en geç biz öğreniyorduk. Köy halkı yoksuldu, evlerin üstü toprakla örtülüydü. Gene de güzel bir köydü. Güzel bir dağın eteğindeydi. Aygar adını taşıyan bu dağ Hititlerin dağıdır. Hitit İmparatorluğu bu dağın koynunda doğdu. Hattuşa (Şimdiki adı Boğazkale-Boğazköy) doğduğum köye beş km uzaklıktadır.
Yoksul fakat mutlu bir çocukluk dönemi geçirdiğimi söyleyebilirim. Yaşamımız güzel bir doğanın içinde geçiyordu. Sabahleyin köyün batısında yükselen tepelerde kekliklerin sesleriyle uyanıyorduk. Köyü çevreleyen kırlar ve meşe ormanıyla kaplı tepeler keklik sürüleriyle doluydu. Tilkiler, tavşanlar, yaban domuzları, sansarlar, gelincikler her gün karşılaştığımız hayvanlardı. Bu güzel doğa benim yazılarıma hâlâ kaynaklık etmektedir. Şiirli bulunan anlatımımın özsuyu oradan gelmedir.
Köyün ortasında tek dersaneli, kırmızı kiremitli, beyaz badanalı bir okulumuz vardı. Ara sıra vekil öğretmenler geliyor, okulu açıyorlardı. Ben okul çağına erdiğimde okul kapandı, tam dört yıl bir daha açılmadı. On yaşına erişmiştim. Artık okumaktan ümidimi kesmiştim. Bu okul olayını mutlaka anlatmalıyım. İlk gün şirin okulumuzun tek dersanesini doldurduğumuzda şaşırıp kalmıştık. Sınıf bomboştu. Ne bir sıra, ne bir masa... Öğretmenin oturacağı sandalye bile yoktu. İlk günler evlerden minderler, pöstekiler getirip üstüne oturduk. Paydos olunca okulun önünde minder ve pösteki kavgası yapıyorduk. Bir köylü kendi yaptığı kaba saba bir döven sandalyesini getirdi. Öğretmen yoruldukça ona oturuyordu. Aslında okulumuzun sıraları vardı. Kapanınca Boğazkale'de açılan yatılı okula götürmüşlerdi. Köylü halimize baktı, "Gidip Boğazkale'den sıralarımızı getirelim," dediler. Birkaç kağnı ile yola düştüler. Oraya varınca bucak müdürü, "Burada sizin sıralarınız falan yok," diyerek onları kovmuş. Eli boş geri döndüler. Köyde Deli Musa diye birisi vardı. "Ben sıra yapayım," dedi. Ve bir günde elli çocuğun oturacağı sıraları yapıp tamamladı. Sıralarımız kerpiç ayaklar üzerine konulmuş kağnıların yan tahtalarından yapılmıştı. Tahtalar daracıktı ve yamrı yumruydu. Çok da yüksek yapılmıştı. Ben on yaşımda olduğum halde zor tırmanıyordum. Bir sıraya altı çocuk tünüyorduk. Hafif kımıldasak tahta altımızdan kayıyor, hepimiz birden yere paldır küldür yuvarlanıyorduk.
Elimizde tek alfabemiz vardı. Bir ay içinde okumayı yazmayı sökmüştüm. Alfabemle o kadar haşir neşir olmuştum ki iki ay içinde tutar tarafı kalmamıştı. Okul tatil olmuştu. Komşu köyden bir çocuk gelmişti köye. "Biz alfabeden başka okuma kitabı da okuduk," dedi. Bu sözü işitince eksik öğretim gördüğümüz kuşkusu düştü içime. Çocuk köyüne dönerken yanına takıldım. Çocuk okuma kitabını bana yirmi beş kuruşa sattı. Yarısını yolda okudum. Çok sevdim o kitabı. İçinde yalnız okuma parçaları vardı. Bu yazıların ikisinden çok etkilendim: "Yaralı Ardıç Kuşu ile "Çam Ağacı" başlıklı masal ile avcıların vurduğu annelerini yuvada bekleyen kuş yavrularının hikâyesi... Bunları birçok defa okudum.
İkinci sınıfta okuyordum. Bir kış günüydü. Elime "Kerem ile Aslı" diye bir kitap geçti. Akşam yer yatağıma uzandım. Önümde saç soba gürültüyle yanıyordu. Soba tahtasına idare kandilini koydum. Kitabı okumaya başladım. Hiç uyumadan sabaha kadar okuyup bitirdim. Ağlamaktan gözlerim şiş şiş olmuştu. Bu kitap bana okuma alışkanlığı kazandırdı. Başka kitaplar aramaya başladım. Ama kitap nerede? Değil köyde, ilçe merkezinde bile kitapçı dükkânı yoktu. Kitapçı dükkânları yoktu ama çerçiler vardı. Gezginci satıcılara çerçi denirdi. Malatya'nın Darende ilçesinden gelen çerçiler vardı ki bunlar yaya dolaşırlardı. Ellerinde kat kat açılan esans kutuları, omuzlarında kilim heybeleri vardı. Esans ve kitap satarlardı. Bunları keşfedince kitap almaya başladım. Aldığım her kitabı bir günde okuyup bitiriyordum. Çerçilerin gelmesi gecikince atla ya da yaya olarak Sungurlu'ya gidiyordum. Orada Perşembe günleri bir hanın önünde kitap sergisi açılıyordu. Sergiden kitap alıp geri dönüyordum. Bir keresinde omzumda heybe ile yayan gittim. Gidiş-dönüş on iki saat çekiyordu. Cebimde bir liram vardı. Sergiden dört kitap aldım. Yolda heybeyi boynumdan geçirdim. İki elim de boş kalmıştı. Ferhat ile Şirin kitabını köye gelinceye kadar okuyup bitirdim.
Köyde orman koruyuculuğu yapan askerlerin karakolları vardı. Askerlerin birinden ödünç "Karacağlan" diye bir kitap aldım. Kitabı hazırlayan Fuat Köprülü adında birisiydi. O zaman Köprülü'nün kim olduğunu bilmiyordum. Bu kitap halen Karacaoğlan hakkında hazırlanmış en değerli kitaplardan biridir. Kitabı defalarca okudum. Dördüncü sınıftaydım. İlk şiirimi yazdım. Şiir yazmayı bu kitaptan öğrendim. İlk yazdığım şiirin adı "Kahraman Türkler"di. Tabii çocukça bir şiirdi ama ölçü yönünden kusursuzdu. Şimdi aklımda yalnız bir kıtası kaldı: "Oku, yayı ellerinde/Gürz ve kalkan bellerinde/Orta Asya çöllerinde/Çalışkan kahraman Türkler"
İlkokulu bitirmiştim. Benim için okul yaşamı noktalanmıştı. Kendime bir kitaplık kurmuştum. Yüz elliye yakın kitabım vardı. Bunları bir tahta bavulda saklıyordum. Bir taraftan da âşık tarzı şiirler yazıyordum. "Bekir ile Selvi" adlı bir kitaba başladım. İki ayda yazıp bitirdim. Okuduğum kitaplara benzer bir aşk ve yoksulluk öyküsüydü. "Kerem ile Aslı" kitabında olduğu gibi içinde on bir heceli koşma tarzında yazılmış şiirler de vardı. Bunları da ben yazmıştım. Roman yazdığımı kimselere söyleyemiyordum. Bağ bozumu başlamıştı. Komşu köyden evimize bi dolu kadın gelmişti. Akşam aralarında masal anlattılar. Ben de cesaretimi toplayıp, "Size bir hikâye okuyayım mı?" dedim "Oku! Oku!" diye çığrıştılar. Kitabımı okudum. Bitirdiğimde bazı kadınların yaşmaklarının ucuyla gözlerini sildiklerini gördüm. Bu şah eserim (!) ve hazinemi teşkil eden kitaplarım ben okumaya gidince köyde kaldı, kaybolup gitti. Bunlar kimin yazdığı, düzüp koştuğu bilinmeyen halk kitaplarıydı. Ama güzel kitaplardı, yalın bir anlatımları vardı. Her biri tertemiz bir aşkı anlatıyordu. Artık bu kitaplar basılmıyor. Kitap satan o kutsal çerçiler artık köyleri dolaşmıyorlar. Şimdi hiç bir köyde kitap satan, gazete satan bir yer yok.
Hiçbir kitabı küçümsememek gerekir. En yavan bir kitap bile kişiliğimiz, algılamamız üzerinde olumlu etkiler bırakır. Sözü fazla uzattım. On yedi yaşında köyden ayrıldım, Ankara yakınındaki Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne gittim. Okula ancak karanlık bastıktan sonra ulaşmıştım. Ertesi gün öğle paydosunda yemekhaneden dönerken bir binaya öğrencilerin girip çıktıklarını gördüm. Ben de açık kapıdan içeri daldım. Bir kitaplıktı burası. Raflarda çok sayıda kitap vardı. Öğrenciler serbestçe kitap alıp bir masaya geçerek okuyorlardı. Ben de siyah ciltli kalın bir kitabı gözüme kestirdim. Üstünde Fransız Edebiyatı Antolojisi yazıyordu. Hazırlayan Reşat Nuri Güntekin'di. Bu adı ilk defa görüyordum. Aldım, bir masaya oturacaktım ki içeriye yaşlı bir öğretmen girdi. Yanımdan geçerken elimdeki kitabı aldı. "Sen kaçıncı sınıftasın?" dedi. "Birinci sınıfa bugün başladım," dedim. "Sen bu kitaptan bir şey anlayamazsın, başka bir kitap seç," dedi. "Kitabı rafa koyacaktım ki öğretmenin kapıdan çıkıp gittiğini gördüm. Geri döndüm, sanki bir suç işliyor gibi bir masaya oturarak kitabı karıştırmaya başladım. Kitapta çok sayıda yazı ve şiir vardı. "At" başlıklı bir yazı dikkatimi çekti. Atları çok severdim. Çocukluğum atlar arasında geçmişti. Buffon (Büfon) adında biri yazmıştı yazıyı. Hemen okumaya başladım. Bu yazıdan çok hoşlandım. Yazar atları çok güzel anlatıyordu. Buffon'un büyük bir tabiat bilgini olduğunu sonradan öğrenecektim. Bir öğretmen olarak bugün ortaokul birinci sınıf öğrencisi bana "Fransız Edebiyatı Antolojisi'ni okuyabilir miyim?" diye sorsa, "Okuma. Bu kitap senin düzeyinin üstündedir," derim. Peki ben niçin okumuştum? Nasıl olmuş da okuduğumu anlayabilmiş, ondan zevk duyabilmiştim. Çünkü ben o güne kadar yüz elliden fazla kitap okumuştum. Farkında olmadan okuduğum o sevimli halk kitapları, benim anlama, kavrama yeteneğimi geliştirmişti. Kitapların güzelliği buradadır işte. Bizi zenginleştirirler. Anlayışımızı keskinleştirirler. Duygularımızı inceltirler.
Sevgili çocuklar sizleri çok seviyorum. Sizler için yazmaktan memnunum. Çocuklara seslenen bir yazı yazdığım zaman çocukluğumu yeniden yaşamış gibi oluyorum. Gerçi çocuk edebiyatı çileli bir edebiyattır. Hiçbir eleştirmen bir çocuk kitabını okumaz. Hatta çocuk kitapları Türkiye'de tavukçuluk, arıcılık, sebzecilik kitapları gibi edebiyat dışı sayılıyor. Eğer çocuklar bir yazarın kitaplarını okumaktan hoşlanıyorlarsa o kitap bence en has bir edebiyat ürünüdür. Çünkü çocuklar ağır anlatımlı, yapmacıklarla dolu kitapları okumazlar.
Ben daha çok masal yazarı olarak tanınıyorum. 26 yıl süren öğretmenliğim süresince öğrencilerimle birlikte masal derlemesi yaptım. Yalnız masallarımızı değil, çok sayıda bilmecelerimizi, ders veren küçük masallarımızı, tekerlemelerimizi, efsanelerimizi de derledim. Kökeni Anadolu halk kültürüne dayalı bir çocuk edebiyatı yaratmaya çalıştım. Bunda da muvaffak olduğumu sanıyorum. Masallarım için İş Bankası Edebiyat Büyük Ödülü devlet töreniyle bana verildi. Yazdığım masallar derlemeydi ama ben bunları yeniden kurguladım, yeni yeni motifler ekleyerek yeni masallara dönüştürdüm. Masal yazmak benim için hiç de zor bir iş değildi. Çocukluğum masal analarının dizi dibinde geçmişti. Anam pek masal bilmezdi. Evimize yakın bir komşunun kızı vardı. Benden epeyce büyüktü. Yüzü çiçek bozuğuydu. Özellikle kış aylarında kendi evleri pek ısınmadığından bize oturmaya gelirdi. Evin işlerine de yardım ettiği olurdu. Adı Fadili idi. Köyümüzün halkı Timur istilasından sonra Maraş taraflarında yaşayan Dulkadırlı Boz Ulusuna mensup Evci aşiretindendir. Bugünkü yerine beş yüz elli yıl önce yerleşmiştir. Eski gelenekleri, eski Türkçeyi hâlâ yaşatan bir köydür. Kadınların, erkeklerin artık bugün kullanılmayan adları vardı. Fadili de (belki Fatma adından geliyor) böyle bir addır. Fadili ocak başına oturur, bize masal anlatırdı. Bir masal anasının ağzından masal dinlememiş olanlar Türk masal dilinin ne olduğunu bilemezler. Bu dil, akıcı, şiirli, uyaklı, deyimli, bunca süslerine karşın son derece yalın bir dildir. Her milletin masalı vardır, bunlar şaşılacak derecede birbirlerine benzerler. Masalları birbirlerinden ayıran dilleridir. Rahmetli Eflatun Cem Güney'le bir konuşmamızda bana söylediği şu sözü unutamıyorum: "Genç yazarlar masal yazıyorlar ama yazdıkları Türk masalı mı, çeviri mi, belli olmuyor."
Benimle bu röportajı yepen sevgili Vural Kaya, "Oyunlarınız/oyuncaklarınız oldu mu? Bu oyun/oyuncaklarınız içinde hiç unutamadığınız ya da bir hikâyesi olan oyununuz/oyuncağınız var mı?" diye soruyor.
Çocukluğum baştanbaşa oyunlarla birlikte yürüdü. Çok geniş ve tehlikesiz oyun alanlarımız vardı. Harman yerleri, yakın tarlalar, çevredeki tepeler... Ne çok çeşitli oyunlar oynardık. Her mevsime özgü oyunlarımız vardı. Oynadığımız oyunların sayısı belki yüzden fazlaydı. Ama futbol nedir bilmezdik, adını bile işitmemiştik. Şimdi yaşlı bir amca olarak küçük parkı dolduran çocuklara evimin penceresinden bakıyorum da yalnızca top koşturuyorlar. Onların bütün dünyası futbol topu. Bağrış çığrış mahalleyi ayağa kaldırıyorlar.
Çarşıdan satın alınmış hiçbir oyuncağım olmadı. Yalnız ben değil, köyün çocukları da satın alınmış oyuncakları bilmezlerdi. Kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık. En severek yaptığımız oyuncak kar yağınca çevre bayırlarda kaydığımız tahta kızaklardı. Sonra oyuncak kağnılar yapardık. Dere kıyısında oyuncak su değirmeni kurduğumuz da olurdu. Yaş söğüt dalı kabuklarını kavlatarak düdük yapardık. Basit bir çubuğa ipten gem takarak üzerine biner, at gibi koştururduk.
Çocukları kıyaslamak mümkün mü? Sizin çocukluğunuz ile şimdinin çocukluğu arasında ne gibi farklılıklar var acaba? Meselâ "ninesinden koparılmış" bir çocuk olma biraz güç değil mi?
Benim çocukluğum kalabalık bir ailede geçti. Yer sofrasına yirmi kişi birden otururduk. Bugünün çocuklarıyla bizim çocukluğumuz arasında elbette farklar var. Bugün çocuklar, özellikle kentlerde daha az baskıyla büyüyorlar. Çocuklara yapılan baskılar kişiliklerini sindirir, pısırık yapar. Çocuklarımız Amerikan çocukları kadar olmasa da daha hür bir ortamda büyüyorlar. Zaten Amerikalı çocuklar gibi babalarının karşısında ayak ayak üstüne oturan çocuklar, gençler istemeyiz. Bizim saygıya-sevgiye dayalı bir millî terbiye geleneğimiz var. Bunun bozulması doğru olmaz. Bugün özellikle kentlerde ana-baba-çocuklardan oluşan bir çekirdek aile anlayışı yaygınlaşıyor. Köylerde, kasabalarda daha geniş kadrolu aileler hâlâ devam ediyor. Annelerinden babalarından başka, üstlerine sevgiyle eğilen anneanneleri, babaanneleri, büyük babaları olan çocuklar elbette daha şanslıdırlar. Daha geniş bir sevgi çemberinde büyüyecekleri için daha mutludurlar. Çekirdek ailelerde yalnız çocukların değil tek başlarına yaşamak zorunda kalan ninelerin, dedelerin yalnızlığı da beni hep düşündürmüştür.
Büyüyünce ne olmak isterdiniz?
İnsanın hayali yaşadığı coğrafya ile sınırlıdır. İlkokulda okurken askerde çavuş, köyde ise muhtar olmak isterdim. Bunların ikisini de aştım. Çavuş yerine yedek subay oldum. Muhtarlık yerine ilimizin milletvekilliğini yaptım.
Bir çocukluk resminizin olmadığını söylüyorsunuz, nedeni nedir?
Çocukluğumu geride bırakalı altmış yıl oluyor. O zamanlar resim çektirmek bir meseleydi. Yalnız Sungurlu'da bir arzuhalcinin körüklü bir fotoğraf makinesi vardı. Köylü askere giderken, bir de evlenirken fotoğraf çektirirdi. Beş altı yaşında iken evimize konuk gelen Sungurlu'lu arzuhalci resmimizi çekmişti. Başka köyde yaşayan halalarımızdan biri fotoğrafı almıştı, genç yaşta öldüğü için o fotoğraf kaybolup gitti. |