"Bir varmış bir yokmuş" deyince bir merak sararmış çocukları. "Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde..." diye devam edince tekerleme, çocukları alırmış bir şekerleme. Böylece merakları bir kat daha artar ve masal dünyasına iyice girerlermiş. Ne zaman? Eskiden.
Şimdi ise günümüz çocukları o kadar sabırsızmış ki, daha masal başlar başlamaz "Ee kötü kalpli prense ne olmuş?" diye sorarlarmış. Hız çağında, internet çağında yaşıyorlarmış ya! O nedenle.
Biz de "Bir varmış bir yokmuş" dedikten sonra masala başlayalım. Başlamadan önce bu masalı okumayanları, okuyup da başkalarına anlatmayanları bir güzelce haşlayalım.
Çok önceden hayvanlar ve bitkiler insanların yakın dostlarıymış. Hayvanlar âleminde en çok atlar, köpekler, koyunlar, horozlar insanlarla iç içeymiş. Atlar binicisine göre kişner, köpekler ekmek veren eli tanır, koyunlar çobanın kavalını can kulağıyla dinler, horozlar öteceği vakti bilirmiş.
Beyaz Yele iki ayağının üzerine şaha kalktı. Hayıflandı. Derin bir ah çekerek, "Ben bu hallere düşecek at mıydım? Atalarım beni bu halde görseler kim bilir ne düşünürler. Oysa benim atalarımın nal sesleri yedi kıta üç denizde yankılanmış. Adımıza türküler söylenmiş destanlar yazılmış. Şimdi ise sadece hipodromlarda bahis için koşan yarış atı olmak kahrediyor beni" dedi.
Çomar havlayarak, "Bir zamanlar en sadık dostuydum insanların. Canlarını mallarını korudum. Kapılarında bekçilik yaptım. Sahibimin dostunu dost, düşmanını düşman bildim. Bir günden bir güne nankörlük yapmadım. Şu halime bakın maymuna çevirdiler, süsleyip püsleyip ev kedisi yaptılar beni. Köpekliğimden utanıyorum" dedi.
Kınalı hüzünlü bir "Meee" çekti. "Ah köpek kardeş bilmez miyim? Senin kıymetini. Az mı korudun bizi kurtlardan. Yemyeşil çayırlarda otlarken sütümüz bol, etimiz semiz, yünümüz gürdü. Ya şimdi öyle mi ne otlak görüyoruz ne mera. Veriyorlar ilacı şişiyoruz. Kuru yem yemekten kimyamız bozuldu. Kurban bayramlarında bile kurbanlık koyun olmaktan utanır olduk."
Çilli Horoz'un sesi iyice kısılmıştı: "Horoz uçtu, kervan göçtü, sohbet kocakarıya kaldı" dedi. Daha da bir şey demedi.
Bunu duyan şifalı bitki Sinameki: "Yıllarca insanların dertlerine deva olan bizler 'kocakarı ilacı' diye horlanıyoruz. İnsanlar çok para kazanmak için yeni hastalıklar ürettiler, sonra da dev ilaç fabrikaları kurdular. Ama bir gün tekrar bizim kıymetimizi anlayacaklar." dedi.
Kınalı, Çomar, Beyez Yele, Çilli ve Sinameki söylediklerinde haklıydılar. İnsanlar demir yığınlarından binek araçlar, dev kanatlı korkunç sesli kuşlar, balinaların bile korkup kaçtığı yüzen dev balıklar yapmışlardı.
Dünya, insanların yaptıkları bu işlere akıl sır erdiremedi. Önceleri bu duruma pek aldırmadı. İnsanlar oyun oynuyorlar diye düşündü. Zaten dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibaretti.
Dünyada çocuklar başka, büyükler başka oynayıp oyalanıyorlardı. Çocukların oynadığı oyunlar düş gibi gizemli, yaşam kadar gerçekti. Oyun oynarken düşseler bile kırılmazdı kolları, kanatları. Çünkü hemencecik "Uf" olan yerlerini öperdi toprak anneleri. Toprak anneydi bir zamanlar. Kuşların, böceklerin, çiçeklerin, çocukların, ağaçların her bir canlının annesiydi. Eskiler "Toprak ana" derlerdi. Ne ekersen cömertçe geri verirdi. Yağmur ve güneş toprağı hiç yalnız bırakmazdı tabi.
Çocukların en güzel oyun alanı çimenli topraklardı, kırlar, bahçeler bağlardı. Maalesef hayvanları, bitkileri terk eden insanlar toprağı da terk ettiler. Fabrikalar kuracağız, evler binalar yapacağız diye verimli topraklara ziftler döküp asfaltla, beton döküp kocaman binalarla kapattılar. Susuz, nefessiz bıraktılar. Nice toprağı boğarak öldürdüler. Toprakla beraber çiçekler de öldü, böcekler de. Kuşlar uçup gittiler başka yerlere. Yağmur toprakla buluşamayınca o da küstü yeryüzüne. Kuraklık oldu. Çocukların oyunları hep yarım kaldı dünyada.
Büyüklerin oyunlarına gelince, bütün oyunları çeviren onlardı. Oyunları onlar kurar, onlar bozardı. Tabi hepsi değil içlerinde çocuk saflığını kaybetmemiş büyükler de vardı. Çocukluk insanın anayurduydu aslında. Çok az insan ziyaret ettiği için çocuk saflığını kaybediyordu büyükler. Büyüklerin en sevdiği oyunlar dalavere, adam kandırmaca, köşe dönmece, politik ayak oyunlarıydı. Bu nedenle dünya kaba, ruhsuz, sevimsiz, neşesiz bir haldeydi. Dünya da sıkıldı bu kaba adamlardan. "Beni mahvettiler, yaşanmaz hale getirdiler" diye yakınıp durdu günlerce.
Bir gün Dünya, "İnsanlara bir ders vereyim de akılları başlarına gelsin" diye düşündü. "Dönmekten de yorulmuştum zaten şöyle biraz dinleneyim" dedi. Dünya durdu. Artık dönmüyordu. Durması günlerce sürdü ama baktı ki değişen bir şey yok; bu işe kendi de şaştı. İnsanlar dünyanın döndüğünün farkında değillerdi ki durduğunun farkında olsunlar. Onlar yine alışkanlıklarını devam ettirdiler. Baktı olacak gibi değil, "Madem öyle, ben de artık tersine döneyim" dedi.
Yaşlı, yorgun ve yıpranmış haliyle ağır ağır tersine dönmeye başladı. Tersine dönen dünyada insanların önce başları döndü. Mideleri bulandı. "Ne oluyor bize böyle" diyerek telaşlanıp korktular. Midelerinde ne varsa hepsini kustular. Baş dönmeleri, mide bulantıları ve göz kararmaları günlerce sürdü. Yiyip içemez, gezip dolaşamaz oldular. Çalışıp iş göremez oldular.
Sanki akılları başlarına, saflıkları kalplerine yeniden geliyordu. Dünya tersine döndükçe her şey eski haline dönmeye başladı. Gökdelenler yerdelen olup yerin dibine geçti. Kesilen ağaçlar yeniden fidan olup dal budak saldı. Sular çoğaldı, ırmaklar çağladı, kuşlar gökyüzüne özgürce kanatlandı. Asfalt yollar kabardı. Her taraf yeşillendi. Kuzular meleşti. Atlar kişnedi, köpekler havladı, kediler miyavladı, horozlar öttü, bitkiler ıtır saçtı. Bu işe en çok çocuklar şaştı. Tersine dönen dünyanın masalı da burada bitti. |