| Resimleyen: Dilek Gülcemal Değirmenci |
Vaktiyle iki meşhur şehir arasında, uzun ve beyaz bir tren vardı. Gün doğarken yola çıkar, gün batarken de geldiği yere geri dönerdi. Vagonları dağlardan, ovalardan, küçük sarı istasyonlardan gürültüyle geçerken tıngır mıngır sallanır, yolcuları iyiden iyiye sersemletirdi. Bazen öyle güzel yerlerden geçerdi ki dağların arasında bir görünüp bir kaybolduğunda yolcular manzarayı göremediklerine hayıflanırdı. Çünkü en güzel manzaralar hep uzun tünellerin arkasına gizlenirdi. Ama trendeki çocuklar asla pes etmez, gözlerini karanlığa dikerek tünelin bittiğini sandıkları o kısacık aralıkları beklerlerdi. Ve birdenbire karşılarına çıkan muhteşem derinlikteki uçurumları, coşkulu dereleri birkaç saniyeliğine gördüklerindeyse küçük çığlıklar atarak bunu kutlarlardı.
Beyaz trenin yaşlı ve uykucu bir makinisti vardı. Tren kullanırken uyuklamaktan kendini alamaz, hatta treni kullanmaya rüyasında devam ederdi. Tabii yolcuların bundan haberi yoktu.
Her zamanki sabahlardan bir sabah, karısıyla kavga eden yaşlı makinist uykulu gözlerini ovuşturarak istasyonuna gitti. Bir çay içtikten sonra istasyon şefine el sallayarak yola koyuldu. Giderken uzun bir düdük çalmayı da ihmal etmedi.
Yaşlı makinist uykusu açılsın diye bir kahve içti ama kahve ona tatsız tuzsuz geldi. Radyosunu açtı, haberleri sevmedi. Uyumamak için yaptığı her şey daha da uykusunu getiriyordu. Nihayet radyodaki haberler bitmiş, içinde tren olan eğlenceli bir türkü başlamıştı. Buna sevindi. Radyodaki spiker "Bu türkü, bizi dinleyen ve yolda olan herkese gelsin" dedi. Makinist trenli türkünün sadece trenle yolculuk yapanlara hediye edilmesi gerektiğini düşündü. Hatta yolcuların bile yolu biterdi. Hep yolda ve trende olanlarsa makinistlerdi. Bu şarkı düpedüz onun hakkıydı. Böylece şarkıyı sahiplendi. Kendi şarkısını mırıldana mırıldana sarı ovaları ikiye, üçe bölmeye devam etti. Güneş doğdu ve gölgeler uzamaya başlayana kadar makiniste eşlik etti.
(Devamı BeyazBulut dergisinin 2. sayısında... Abone olmak için tıklayın.) |