Bize (BeyazBulut çocuklarına) çocukluğunuzu anlatır mısınız? "Çocukluğum ve Ben" dersek, bu başlık altında bize neler anlatırsınız?
"Çocukluk iyi de geçse, kötü de geçse cennettir." derler. Benim çocukluğum da öyle. O çağa dönüp bakınca, bir masal kapısı aralanıyor hemen önümde. O kapıdan giriyorum cennetime.
Raman Dağı'nda doğmuşum. Sonradan çok kalabalıklaşacak bir ailenin ilk çocuğu olduğum için el üstünde tutulmuşum. Çocukluğumdan hatırlayabildiğim şeyler doğayla ilgili. Sürünün sağılmak için getirildiği koruluk gibi bir yer, annemin bakraçla oraya gidişi... Bizim onun peşine takılışımız... Tepede taş bir ev... Bizimkine benzeyen birkaç komşu evi... Her taraf, yerin ciğerlerinden petrolü söken atbaşlarıyla doluydu. Ağır ağır ama hiç durmadan iner kalkarlardı. Bunlar bana hiç tuhaf görünmezdi. Onları da doğanın bir parçası gibi görürdüm. Yere değip kalkan at başlarıydılar işte...
Daha çok dedemle, bazen de ninemle epeyce yürür ve dağın öyle bir yerine varırdık ki oradan Dicle'nin içinde süzüldüğü büyüleyici kalyon ve biraz beride Hasankeyf görünürdü. Doğduğum yerden dört yaşındayken ayrıldım ve kırk yılı aşkın bir süre bir daha gidemedim oraya. Ama o cennet köşesini binlerce kez hatırladım belki... En güzeli de şu: Kırk küsur yıl sonra Raman Dağı'na, dedemin, ninemin beni götürdükleri o noktaya gittiğimde, hayalime yıllar önce nakşedilmiş manzaranın hemen hiç değişmediğini gördüm.
Dört yaşındayken Batman'a taşınmışız. Çocukluğum ve ilk gençliğim orada geçti. Akıllı, ileride büyük adam olacak çocuk muamelesi gördüm sürekli. Belki bundan, çocuk yaşta sorumluluklar taşıdım. Dördüncü sınıfa giderken, babamın manifatura mağazasını zaman zaman bana bıraktığını hatırlıyorum. Kollarım, metreyle kumaş ölçecek kadar uzun olmadığı için, komşu esnaf bana yardım ederdi.
Yine de dolu dolu bir çocukluk yaşadığımı söyleyebilirim. "Deliyle devletli bildiğini işler / Çocuklar dinlemez ferman, demişler." Biz de bir çocuk olarak genellikle ferman dinlemedik. Uçsuz bucaksız oyun alanlarımız vardı. Bezden yapılma topların peşinde koştuk. Annelerimize yalvarıp yakararak fanilalarımızın göğsüne kalın kurdeleler diktirdik; böylece mahalle takımının formalı futbolcularından olduk. Derelerde yıkandık, tepelere tırmandık, ağaçlardan düştük... Varil ağızlarından bir demirci maharetiyle çemberler çıkardık. Sigara ve kibrit kutularının kapaklarıyla oynanacak oyunlar icat ettik. Torbalar dolusu gazoz kapağımız oldu. Annelerimiz kızıp attı, biz yeniden topladık. Oyuna dalarken okul zamanını şaşırdık. Çelik çomak, uzun eşek, güvercin taklası... daha neler...
Bir defasında babamın dükkanındaki kenarı mor, eski gazeteleri Batman çarşısında, gazete satan çocukları taklit ederek, bağıra çağıra satmıştım. Beni tanıyıp seven esnaf, mal sarmak için kullanılan bu gazetelerin hepsini yeni gazete fiyatına satın almıştı. Babam bunu öğrenince beni tatlı sert bir dille uyarmıştı. Annemse, eve cebimde bir avuç parayla gittiğimde çok üzülmüş, ağlayacak olmuştu. Gidip paraları geri vermem için diretmişti.
Çocukların geçmişi de geleceği de olmazmış. Çünkü bulundukları anı yaşarlar. Çocukluğun cennete dönüşmesi belki de bundandır.
Benimki böyle bir çocukluk işte. Yaşadığım dönemdeki herkesin çocukluğu gibi biraz da. Ona dönüverince, insanın içindeki çocuk uyanıyor. Şımarıyor, azcık gevezeleşiyor. Ama söyleyişe bir masal çeşnisi katmadan da edemiyor. Daha desem, sayfalar sürecek.
Çocukluğunuz ile yazmak arasındaki ilgiyi konuşalım mı biraz da?
Çocukken, pek yazma arzusu duymazdım. Rahlenin önüne oturup sürekli bir şeyler yazardı dedem. Ama neler yazdığını bilmezdim. Bana çok şey öğrettiği, birçok öneri ve telkinlerde bulunduğu halde yazmam konusunda bir şey söylediğini hatırlamıyorum.
İlk yazma serüvenini ilkokulun üçüncü sınıfındayken yaşadım. Bir yanlış anlama, ilk şiirimi yazmama neden olmuştu. Öğretmenimiz bizden duvar gazetesi için yazı ve şiirler istemişti. Bunu bir ev ödevi sanmış, üstelik şiirleri kendimizin yazması gerektiğini düşünmüştüm. Bir arkadaşımla odadaki kilimlerin üstünde yuvarlana yuvarlana ve epeyce zorlanarak "canım kitap, cicim kitap" gibi sözleri içeren birkaç dörtlük yazdım. Bu, bir anlamda, yayımlanan ilk şiirim oldu.
Sonraki yıllarda, derste veya evde, öğretmenlerimin istediklerinden başka bir şey yazmadım. Kompozisyonum iyiydi, ama bu, bende bir yazma bilinci oluşturmamıştı henüz. Orta üçüncü sınıfta iken arkadaşlarıma mısrası yirmi beş kuruştan akrostiş şiirler yazmaya başlamıştım. Yine de şair olmak gibi bir düşünce aklımdan bile geçmiyordu. Bir oyun tadı alıyordum uyaklı, ölçülü mısralar kurmaktan. Hele ilk harflerle şiire bir isim ya da söz gizlemek çok hoşuma gidiyordu. Bu, önemli bir beceri sayıldığından, arkadaşlarım arasında bir itibar da sağlıyordu bana.
Liseye başladığımda, yazmak artık ihtiyaç duyduğum bir şey olmuştu. Kendimi ifade etmenin değişik yollarını arıyordum. İçimde birikenleri, şiirle, öykülerle, kısa günlüklerle anlatmaya çalışıyordum. Anlatılmaz bir zevk almaya başlamıştım bu çalışmalardan. Orada burada, darmadağınık bir vaziyette duran sözcüklerden yepyeni bir şey yapabilmenin verdiği zevkti bu.
Çocuklar için yazmak, bunun cevabı nedir sizde? Geriye dönüş mü, özlem mi geride kalan günlerimize?
"Hangi yaşta olursak olalım, kendi çevirdiğimiz çemberin arkasından koşan çocuklarız." Böyle demiş biri. Ben de çocuklar için yazmakla, bu çemberi çevirmeyi sürdürdüğümü duyurmaya çalışıyorum. Her birimiz kocaman birer çocuk değil miyiz?
Bunu anlamak için belki belli bir yaşa gelmek gerekiyor. Masal dinleme, okuma çağlarına gelen çocuklarım, onlar için yazmanın bir görev olduğunu hatırlattı bana. Peygamber Efendimiz, "Küçük çocuğu olan, onun hatırı için çocuklaşsın." buyuruyor. Çocuklarımızın hatırına yazıyorum. Yoksa ne bir geriye dönüş, ne de geride kalana özlem... Geçmişten çok gelecekle ilgili bir şey bu. Dünyayı güzelleştirme arzusu belki. Bahçeler oluşturma umudu...
Ebeveyninizden sizi etkileyen oldu mu? Size en çok masal anlatan kimdi mesela?
Dedem, ilk ve en önemli öğretmenim oldu. Medrese öğrenimi görmüş, bütün hayatını ilme, öğrenmeye ve öğretmeye adamıştı. Evimizde hep dinî, ilmî sohbetler yapılırdı. Ben ailenin ilk çocuğu olarak onun yanında, himayesinde yetiştim. Bostan'dan, Gülistan'dan, Şehname'den hikâyelerin anlatıldığı bir ortamda büyüdüm. Klasik Doğu kültürünün, Eski Yunan filozoflarının isimlerini küçük yaşta evimizdeki bu sohbetlerde öğrendim. Kışa denk gelen bazı ramazan akşamlarında Bin Bir Gece Masalları anlatılırdı evimizde. Bunlardan etkilenmemek mümkün değil.
En güzel masalları babaannem anlatırdı bize. Bunların bazılarını büyüdükten sonra bazı kitaplarda okudum. Bazıları ise, çevresinden, yaşadıklarından yararlanarak kendisinin kurduğu masallardı. Mesela köydeki bahçemizde, havuzun başındaki uzun kavağa konan karga, bir süre sonra başından ilginç olaylar geçen bir masal kahramanı olarak çıkardı karşımıza.
Yıllar sonra çocuklarıma masal anlatmak zorunda kaldığımda, yardımıma babaannemin masalları koştu. Hafızamdaki sisin içinden çıkıp bu defa çocuklarımın masal dünyasını süslediler. "Gülün Aklı" adlı romanım, babaannemin anlattığı bir masalın içimde yıllar içinde dal budak salmış halidir.
Her yazarın geçmişte bir "sen yazar olacak çocuksun" diyeni vardır. Sizin öykünüzü dinlemek isteriz?
Öykümü, aslında yukarıda anlattım. Bana, "Sen büyük adam olacaksın..." diyen çok oldu. Ama hiç kimse, "Sen yazar olacak çocuksun" demedi. Lise birinci sınıfta, bir yarışmada dereceye giren öykümü okuyan kimya öğretmenim, "Sen yazar olmuşsun..." diyerek bana bir kitap hediye etti. Ben de yazar olduğuma inandım.
Oyunlarınız/oyuncaklarınız oldu mu? Bu oyun/oyuncaklarınız içerisinde hiç unutamadığınız, ya da bir hikâyesi olan oyununuz/oyuncağınız var mı?
Oyunlarımızın hemen hepsi grup halinde oynanan oyunlardı. Demin değindim: Güvercin taklası, uzun eşek, birdir bir, çelik çomak, saklambaç, hırsız polis...
Oyuncaklarımız genellikle bizim yaptığımız şeylerdi. Öyle oyuncakçıdan filan alınmış oyuncaklarımız pek olmazdı. Babam esnaftı, İstanbul'a alışveriş için sık sık giderdi. Dönüşlerinde bana araba, tüfek gibi oyuncaklar getirirdi. Ama bunları çok sevdiğim söylenemez. Kalabalık kardeş, arkadaş grubu içinde bir iki günde kırılır ya da bozulurdu.
Unutamadığım oyuncaklarım arasında telden yaptığım araba var. Bir de taştan yaptığım misketler.
Bir ara telden kocaman arabalar yapmak yaygındı. Ne yapıp edip değişik kalınlıktaki telleri edinir, onlarla beğendiğimiz bir modeli örnek alarak kocaman arabalar yapardık. Bunları süsler püsler, monte ettiğimiz bir direksiyon yardımıyla sokaklarda caddelerde yürütürdük. Büyüklerimiz bile arabalarımızı kıyaslar, bizi eleştirir veya takdir ederlerdi.
Ben de günlerce uğraşarak, Dodge marka bir kamyon yapmıştım. Komşumuzun böyle bir kamyonu vardı. Onu uzun uzun inceleyerek yapmıştım oyuncağımı. Renkli iplerle süslemiş, şoför mahalline ağaçtan oyduğum yamru yumru bir şoför oturtmuş, önüne ve arkasına kartondan birer plaka bile yapıştırmıştım. Çokça aferin almıştım becerimden dolayı. Onu yürütmekten duyduğum zevki çok az şeyden aldım. Rüyalarımda bile onunla uğraşıyordum.
Bahçedeki asmanın altına koyduğum bu sanat eserim bir gün yok oluverdi. Bütün çabalarıma rağmen onu bulamadım. O kadar üzüldüm ki yataklara düşecektim neredeyse. Bugün bile onun çalındığını hatırladıkça içimde bir tuhaf acı hissederim.
Bir de misketler... Ama onların acı bir anısı yok. Hatırladıkça ne güzel misketler yaptığımızı düşünür, öyle şeyler yapabildiğimiz için kendimizi şanslı sayarım. Onları yaparken duyduğum keyfi, bugün de duyarım.
Demir yolu boylarında dolaşır, rayların arasından renkli, yontulmaya uygun taşlar bulurduk. Bu taşları daha sert bir taşla ya da bir çekiçle sabırla oyardık. Yusyuvarlak bir duruma getirir sonra özenle zımparalardık. En sonunda zeytinyağı ile parlatırdık. Öyle güzel olurlardı ki onlarla oynamaya kıyamazdık. İyi oyulmuş, rengi güzel bir misketi herkes elde etmeye çalışırdı. Bazen bir misketi onlarca misketle takas etmeyi önerenler olurdu. Böyle bir misketle, arkadaşlarım arasında günlerce hava atmıştım.
Çocukları kıyaslamak mümkün mü? Sizin çocukluğunuz ile şimdinin çocukluğu arasında ne gibi farklılıklar var acaba? Mesela "ninesinden kopartılmış" bir çocuk olmak biraz güç değil mi sizce?
Belki çocuklar değil; ama çocukluklar kıyaslanabilir. Bu, zamanla ilgili olduğu kadar, mekanla da ilgili bir şeydir. Aynı dönemde farklı bir yerde yaşasam belki de çocukluğum farklı olacaktı.
Hangi dönemde yaşarsa yaşasın, apartmanlara hapsolmuş çocuklara acıyorum. Apartman hayatı, şehir kalabalığı çocukluğun gerektiği gibi yaşanmasını engelliyor. Yaşanamamış çocukluklar, insanlarda bir eksiklik hissi bırakır. Bu his, insanların bütün hayatını etkiler.
Nineden, dededen koparılmak, güçlüğün ötesinde bir şeydir. Bir talihsizlik, demek gerekir belki. Kaldı ki çocuk şimdi yalnızca ninesinden dedesinden koparılmıyor; anne baba sıcaklığını da yeterince hissedemiyor.
Çağdaş hayat, insanı gittikçe yalnızlığa itiyor. Bu yalnızlıktan da en fazla çocuklar nasibini alıyor. Dayı, hala, teyze gibi akrabalık isimlerini bilmeyen, onları birbiriden ayıramayan çocuklarla karşılaşıyoruz.
Çocukluğunuza dair sevinçlerinizi, üzüntülerinizi konuşalım biraz. Sizi çok mutlu eden ya da çok üzüldüğünüz anılarınız var mı?
Hayatın bütünü bir sevinçler ve üzüntüler yumağı... Dönüp çocukluğuma baktığımda sevinçlerimin ağır bastığını görüyorum. Umutsuzluğu, karamsarlığı dışlayan bir yapım var. Çocukluğumda da mutlu anları, güzellik içeren ayrıntıları yakalamayı biliyordum. Belki daha çok dedemin tesiriyle, basit ama güzel olayları fark etmeyi ve onların tadını çıkarmayı öğrendim.
Batman'daki kerpiç Seyran Sineması'na ilk gidişim ne kadar sevindirmişti beni. İlk kez seyrettiğim Ayhan Işık filminin tadı hâlâ damağımdadır. Okul müsamerelerinde sahnedeyken sevinçten uçardım. Hasankeyf'te dedemin atlarına binerken de bu uçma hissini yaşardım. Şimdi bile zaman zaman o anları düşünüp kendimi at üstünde hissettiğim oluyor. Yaz tatillerinde bir iki ay, dağ yamacındaki köyümüzde kendimi tabiatın kucağına bırakır, böylece ruhumun arındığını tasavvur ederdim. İki yanıma bağlanmış su kabakları ile Dicle'de yüzmeye çabalamam da ne hoştu... Böyle sabaha kadar anlatabilirim.
Çocuk ruhumda derin izler bırakan üzüntü verici olaylar da yaşadım tabi. Benden birkaç yaş küçük kardeşimin ölümünün beni ne kadar etkilediğini, büyüdükten sonra anladım. Tuhaftır ama ondan tek bir kare kalmış aklımda: O, annemin kucağında, ben arkalarında doktora gidiyoruz. Yorgun başcağızını annemin omzuna koymuş, kocaman ve ölgün bakışlarla bana bakıyor. Yalnız o bakışını hatırlıyorum. Ama sık sık... Belki bundan, Dağlarca'nın Ağır Hasta şiirinin şu mısraları hep aklımda:
Anneciğim, büyüyorum ben şimdi, Büyüyor göllerde kamış. Fakat değnekten atım nerde Kardeşim su versin ona, susamış.
Bir de Bekir'in hikâyesini anlatmalıyım: Babamın dostlarından birinin hanımı ölmüş, aradan çok geçmeden kendisi yatağa düşmüştü. Ninemle beraber onu ziyarete gidişimizi hatırlıyorum. Adamcağız bir yer yatağında sürekli öksürüp duruyordu. Evde benden birkaç yaş küçük bir de çocuk vardı ve hasta babası ona bakamıyordu. Kir pasak içindeydi. Neler konuşulduğunu bilmiyorum, ama ayrılırken ninem çocuğu kucaklamış bize götürüyordu. Ben, peşleri sıra koşuyordum. Eve gidince anladım ki ninem, çocuğa acımış ve bakmak üzere almıştı. Bir süre sonra babası da öldü. Çocuk, iki yıla yakın bir zaman bizde kaldı. Ninem, belki bize göstermediği özeni ona gösteriyordu. Annesiz babasız bir çocuğun kalbini kırmamak gerektiğini hepimiz biliyorduk. Onu kıskanmadığımız gibi, yürekten seviyorduk. Dünya tatlısı bir kardeşim daha vardı artık. Dahası, neredeyse herkes onun bir yetim ve öksüz olduğunu unutmuştu. O kadar benimsemiştik onu... Derken bir gün çok uzaktaki akrabaları geldi. Çocuğu alıp götürdüler. Gidişinde evi seller sular götürdü. O gidişten de hafızama kazınmış bir kare var: Yaşla dolu bir çift göz, melul mahzun bakışlar... Bekir'in bakışları...
Çocukluğunuzda sizi en çok etkileyen kitap ya da kitapları konuşalım isterseniz?
Evimizde kitap çoktu. Ama benim okuyabileceğim kitaplar yoktu. Dedemin bütün kitapları Arapçaydı. Okul kitaplarımı ve ünite dergilerini döne döne okurdum. Onlar ders aracından öte bir şeydiler benim için. Belki bu yüzden ilkokul kitaplarımın şekilleri, içindeki bazı metinlerin konuları, hatta bazı resimler hafızamda capcanlı durur.
Sonra sonra okuduklarım da tesadüfen elime geçenlerdi. Ne bulsam okuyordum. Bu bakımdan ilk okuduğum kitaplar yaşıma göre ağır sayılabilecek kitaplardı. Mesela, Hemingway'i Jules Verne'den; Bediüzzaman'ı Kemalettin Tuğcu'dan önce okuduğumu biliyorum. Halamın benden dört beş yaş büyük olan çocuklarından aldığım kitaplarla bilinçli okurluğa adım attığımı söyleyebilirim.
Yine de çocukluğumda beni en çok etkileyen kitabın Don Kişot olduğunu düşünüyorum. Gri ya da mavi ciltli, kalınca bir kitap... Çocuklar için özetlenerek çevrilmiş olmalı. Zayıf atı üstündeki, zırhlara bürünmüş, mızraklı kalkanlı Don Kişot ve eşeği üstündeki sevimli, tombul Sanço, sevdiğim ilk roman kahramanları oldu.
Çocukken yazar ya da yazarlar hakkındaki düşünceleriniz nelerdi? Yazarlara nasıl bakardınız?
Yazarlar, benim için erişilmez olağanüstü varlıklardı. Şekilsiz, soyut varlıklar... Üniversite öğrencisi oluncaya kadar hiçbir gerçek yazar tanımamış olmamın da belki böyle düşünmemde etkisi vardı. Yine bundan olacak, gerçek bir yazarla karşılaşmak uzun zaman hep heyecanlandırdı beni.
Son bir soru: Büyüyünce ne olmak isterdiniz?
Buna benzer bir soruyla ilk kez lise ikinci sınıfta karşılaştığımı hatırlıyorum. Bir ankette yöneltilmiş olan soruyu okuyunca, o zamana kadar bu konuyu hiç düşünmediğimi şaşkınlıkla fark ettim. Epeyce düşündükten sonra "mühendis" diye yazmıştım. Neden mi? Mühendislik o zaman pek revaçtaydı herhalde. Arkadaşlarımın çoğu bunun için mühendis olmak istiyordu. Ayrıca, çevremizdeki insanların çoğu Türkiye Petrolleri'nde çalışıyordu ve tüm çalışanların en itibarlıları mühendislerdi. Nitekim liseyi bitirdikten sonra bir mühendislik okuluna ön kayıt yaptırdım, ancak gerçek kayıt yaptıracakken, edebiyatçı olma arzum baskın çıktığı için, vazgeçerek Edebiyat Fakültesi'ne girdim. O zamanki üniversiteye giriş sisteminde bu mümkündü. |