Güzel yurdumuzun güzel yörelerinden birinde, bir piknik yerinde kocaman, ihtiyar bir söğüt ağacı vardı. Yüzlerce dalı, binlerce yaprağı ile dev bir gölgeye sahipti bu söğüt ağacı. Ve şirin bir gölün kenarındaydı.
Bu ağacı en çok sevindiren şey insanlara faydalı olmak, onlara iyilik etmekti. Kollarının altına serinlemek, rahatlamak için insanlar geldikçe bizim söğüdün sevinci bir kat daha artıyordu.
"Ama insanlar ağaçları sevmiyorlar" diye düşündü sevimli ihtiyar söğüt. Nasıl varmıştı bu fikre, insanları çok seven bir ağaç? Niçin böyle düşünmüştü acaba?
Hepiniz cevabı tahmin etmişsinizdir: Çünkü insanlar söğüdün canını çok acıtıyorlar, ağaçlara kıyıyorlar, onları kırıyorlardı. İnsanları seven söğüdün dalları çok olmasaydı insanlar kıra kıra onu çoktan yok etmiş olacaklardı. Bunun için şükrediyordu söğüt. Ve düşünüyordu: "İyi ki birçok dalım var. İnsanlar ne kadar zarar verseler, kırsalar, yaksalar da tüketemiyorlar beni. Ben de onlara hizmet etmeye, onlara gölge olmaya devam edebiliyorum."
Ama bir gün olan oldu. Gökteki o güzelim mavi beyaz bulutlar, sanki öfkelenmiş gibi simsiyah kesilmişlerdi. Ve şiddetle bir yağmur yağmaya başlamıştı. Çakan şimşeklerin, düşen yıldırımların haddi hesabı yoktu. Gökyüzü fener alayı düzenlenen gecelerde atılan havai fişeklerle aydınlatılmış gibi rengârenkti. Derken yıldırımlardan biri daha düştü. Fakat bu kez yıldırım, bu cana/canlıya, insanları çok seven söğüt ağacına düşmüştü. Yıldırımın ateşi, söğüdün büyük bir kolunu aldı götürdü. Dalı gövdeden ayrıldı. Yüzlerce yaprağı ile o büyük kol yere cansız yığıldı.
Bütün bunlara rağmen yine de ümidini yitirmedi bizim söğüt. Düşündü ki hâlâ gölge yapacak kadar dalı vardı. Ve insanların oturacağı gölgenin sahibiydi. Öyleyse ümidini yitirmemeliydi. Bütün sevinciyle, ümidiyle, şefkatiyle, serinliğiyle bundan sonra da yıllarca hayat mücadelesi verdi, insanları seven söğüt. İhtiyarladıkça ihtiyarladı. Ama vazgeçmedi iyilik etmekten. İnsanlar da ona ve diğer bütün ağaçlara zarar vermekten vazgeçmediler. Böyle ufak tefek zararlara tahammül etmeyi, sabretmeyi başaran bizim söğüt, bir sonbahar akşamında olanlara dayanamadı. Onca saygısızlığa, onca acıya ve hatta düşen yıldırımlara bile o güne dek dayanmış olan ihtiyar söğüt o sonbahar akşamı olanlara dayanamadı ve cansız yere serildi.
Meraklandınız değil mi? Ne olmuştu o gece? Dinleyin dikkatle. Anlatıyorum:
İki taksi dolusu adam gelmişti o akşam söğüdün altına. "Oldum olası sevmem akşam vakti gelen böyle uygunsuz misafirleri." diye iç geçirdi söğüt. Ama ne yapabilirdi ki...
Oturdular, yediler içtiler. Eğlendiler. Akşam ilerledi, geceye dönüştü. Karanlık koyulaştı. Neredeyse bütün canlılar uykuya gömüldü. Sadece bu uygunsuz misafirler ve de onların rahatsız ettiği bizim ihtiyar söğüt uyanıktı. Ayaktaydı.
İhtiyar ağacın yorgunluğu iyice artmıştı. "Şunlar gitse de biraz uyusam, dinlensem", dedi söğüt, "yarın erkenden kalkıp yeni gelenlere hizmet edeceğim."
Bu gececi konuklar gittiler gitmesine. Fakat bizim söğüdümüze de yaptılar yapacaklarını. Yıldırımın düştüğü zamandan kalma büyük oyuğun içine ateş yakarak gittiler. Vakit geceydi. Onu söndürecek, o çok sevdiği insanlarla bir müddet daha kalmasını sağlayacak hiç kimse yoktu ortalıklarda. Bunca acıya dayanamadı ihtiyar söğüt. Ve yere uzanıverdi. Uyumuştu ama bir daha uyanamayacaktı.
Sakın bana kızmayasınız! Bunları gördün de neden engel olmadın, diye. Ben bunları görmedim. Sadece o anda çalışmakta olan ve yuvası, o koca söğüdün kökünde olan bir karıncayı dinledim. Ve anlattıklarını yazdım size. İnanın olayı görseydim, ne pahasına olursa olsun durdururdum o azgınları.
Şimdi oraya insanlar gitmiyor artık. Çünkü ihtiyar söğüdün canice yakıldığını gören diğer ağaçlar da korkudan kederden yok olup gittiler. Ve gölün suyu azaldı. Çevresi kıraç, yaşanmaz bir hal aldı.
İnsanlardan bazılarının yaptıklarının cezasını o bölgedeki bütün insanlar çekiyor şimdi. Yazın o sıcak günlerinde başlarını sokacak küçücük bir gölge bulamamanın hüznüyle, ter döküyorlar. |