Anasayfa
Binbir Bulut Masalları
Bir Şiir Sana, Bir Şiir Bana
Deneme Bir Kii
Beyaz Mikrofon
Tavşanlı Makas
Kahkaha Ağacı
BB Kitaplığı
Binbir Bulut Masalları

Kekik Kokulu Köyüm

Yazan: Gökhan Akçiçek

Dedemi tanıdığımda altmış yaşını geçiyordu. Uzun boyluydu. Çakıra yakın gözleri, çilli yüzüne ve bakışlarına bizim ona yaklaşmamızı zorlaştıran bir sertlik katıyordu. Bu donuk gözlerin ardında, küçüklüğünde yeterince sevgi görmemiş hırçın bir çocuğun bakışlarını yakalar gibiydik. Yine de ara sıra gözlerinde sevgi dolu kaçamak bir bakışın ışıltılarını görür, sevinirdik. Kışın Ordu'da üvey babaannemle birlikte kalan dedem, ilkbaharda köye taşınırdı. Bizler ise yaz tatilinin gelmesini iple çekerdik. Denize çok yakın bir mahallede doğup büyümemiz, köye karşı içimizde doyumsuz bir istek doğurmuştu. Köydeki her şeyi dikkatlice inceler, uçsuz bucaksız buğday tarlalarının rüzgarla dalgalanmasına denizi seyreder gibi dalar giderdik. Oranın havası, suyu, ekmeği, kekik, nane ve çiğdem kokusu ruhumuzu kanatlandırır, hiç bitmesini istemediğimiz rüyaların içine savururdu bizi. İlkokul dörde geçtiğimiz yılın yaz tatiliydi. Gün boyu süren bir yolculuktan sonra nihayet köydeydik. Köyde karşılaştığımız çocuklar bize önceleri pek yaklaşmak istemezlerdi. Çekingenliklerini bir türlü anlayamazdım. Bizleri hayran hayran süzmeleri, fark ettirmeden incelemeleri dikkatimizi çekerdi. Yüzlerindeki o ifadeyi okumamız uzun sürmedi. Üstümüz onlara nispeten biraz daha düzgün, rengimiz daha açıktı. Yüzümüz, ellerimiz ve ayaklarımız ise onlarınki kadar hırpalanmamıştı. Bize karşı mahcuplukları, içten içe çocuk ruhlarında duydukları eziklik bundan kaynaklanıyordu. Onlardan biraz düzgün şehirli kıyafetlerimiz, saç tıraşımız, güneşin ve rüzgârın henüz sertleştirmediği tenimizin yumuşaklığı ve beyazlığı onların bu duyguyu yaşamalarına neden oluyordu. Halbuki 15-20 gün sonra onlardan farkımız kalmayacaktı. Bizler ise çoğu akrabamız olan bu çocuklarla kaynaşmaya can atıyor, onları kucaklamak için sabırsızlanıyorduk. Köy, sapsarı buğday başaklarının dalgalandırdığı bir gemi gibi oradan oraya sallanıp duruyor gibiydi. Dedem, o sabah demliğini, azık torbasını, orağını ve diğer malzemelerini tamamlarken bana da hazır olmamı söyledi. O önde ben arkada, biçilecek tarlaya doğru, madımak ve yonca kokularını duya duya ilerledik. Yanından küçük bir dere akan, düz bir tarlanın kenarındaki söğüt ağacının altına oturduğumuzda, dedem soluk soluğa kalmıştı. Nefes alıp verirken ıslık çalar gibi bir ses rüzgârın uğultusuna karışıp gidiyordu. Dedem hem dinleniyor, hem de orağının ağzını bileyliyordu. Uzaktan baktığınızda, başına sardığı beyaz mendiliyle bir balıkçının denize ağını serdiğini sanabilirdiniz. Dedemin beli yay gibi bükülüyor, yarım daire çizen orağın ağzı, biçilmiş buğdayları demet demet yere seriyordu. Şakaklarından beyaz sakalına doğru inen ter damlacıklarının omuzlarına ve dizlerine düşürdüğü ıslaklık hemen kuruyordu. Nihayet öğle olmuştu. Dedem demliğinin ateşe koyup azık torbasını söğüt ağacının dalından indirdi. Çökelek, domates, soğan, salatalık ve köy ekmeğini, sanki günlerce açmışım gibi yemeye koyuldum. Biraz sonra çaylarımız da hazır olmuştu. Dedem, tütün tabakasını çıkarıp ağır ağır sigarasını sardı. Bir ayağını öbürünün üstüne uzatarak sanki yılların yorgunluğunu üstünden atmak istermiş gibi sırtını söğüt ağacına yasladı. Başparmağını çenesine dayayıp, başı önünde sigarasını tüttürmeye koyuldu. Günler tenimizi karartarak geçiyor, köyün çocuklarıyla samimiyetimiz ilerliyordu. Akrabamızın benim yaşımdaki oğlu, eğersiz, beyaz bir atla evimizin arka bahçesine geldi. Attan yavaşça inerek "Binmek ister misin?" dedi. Kısa bir tereddütten sonra "Bilmem, hiç binmedim ki..." dedim. - Çok kolay, önce ben binerim, ardından seni alırım. - Tamam öyleyse. Atı bahçenin çıkıntılı kenarına yaklaştırdı. Önce kendisi bindi, peşinden ben. Beş altı metre gitmiştik ki kendimi yerde buldum. Huysuzlaşan at ikimizi de yere atmış, sağ kolumun üstüne düşmüştüm. Eve girip, gizlice küçük odadaki divanın üstüne yattım. Uyumuşum. Annemin sesiyle uyandım. Akşam yemeği için beni bekliyormuş. Ocaktan yükselen alev ev halkının yüzünü aydınlatıyor, duvarda ve tavanda türlü şekiller çiziyordu. Beni yanına çağıran dedem ağrıyan kolumu inceleyerek, sıcak su ve sabun getirilmesini söyledi. Sabunlu suyla kolumu bir tabip yumuşaklığı ile ovdu. Bana hissettirmeden bir eliyle parmaklarımı, diğeriyle de kolumu tutarak hızla çekti. Çıkan bileğim artık yerine oturmuştu. Sancım biraz azalır gibi oldu. Yumuşatılmış çam sakızına belenen bileğim tülbentle sıkıca sarılıp, göğüs hizasından boynuma bir yazma ile asıldı. Kekik kokulu çayımı yudumlarken, dedemin sigarasının havada kavisler çizerek dağılan dumanı, ocağın dumanına karışıp gözden kayboluyordu.

Ve aralıklarla aydınlanan yüzü, bir dağ çiçeğinin yalnızlığa gömülü hüznünü saklıyordu.

<- Geri Git

Bu Bölümde Başka Neler Var?
Sen de Katıl Bize
Toplam 3 yorum yapılmış.
Üye Girişi
Kullanıcı Adın:
Şifren:
[ Ücretsiz Üye Olayım | Şifrem Neydi? ]
İyilikler Antlaşması
Merakettin Amca, biz neden yaşıyoruz?
Serin Selamlar
Meraklı Ce, Sultan Fatih'le Tanışıyor
Kocaman Ayaklı Çocuk: Menta
BeyazBulut Çocuk Ülkesi | © 2005-2024